Issız Ada’m… Issız olan, hem Adam, hem de o “Adam”ın “Ada”sı… Aidiyet içeren “Ada’m”… Alper’in Ada’sı…

20’li 30’lu yaşlardaki kadın ile erkeğin 2000’li yıllardaki ilişki biçimi… O kadının erkeğin annesi ile olan ilişkisi… Ve o küçük şehrin gelenekselliğinden çıkıp gelip modernleşen adamın annesiyle ilişkisi… İlişkileri muhteşem anlatmış…

Aslında bununla birlikte, filmde kendinden bir şeyler bulan Türk gençliği de, ailesine de çevresine de haykırıyor artık sekssiz ilişki yaşamadığını… Anlamadan… Fark etmeden…

Alper… Bir sürü erkeğin yaşadığı, günümüzün yozlaşmış ilişkilerinde… İstediğin an bir telefonla, parayla ya da parasız, yalandan, geçici, hayvansal ihtiyaçları karşılamak için yaşadığı “aşksız” sevişmeleri… Hiçbir çabaya gerek yok… Duygu yok… Çok tanıdık…

Sonra “aşk”ı buluyor, “sevgi”yi buluyor… Hayatında ilk defa “aşk”la sevişiyor… “Aslında” ne demek olduğunu, ne hissettirebileceğini fark ediyor… Sonunda da tarif ediyor… “Çok güzeldi… Ama şimdi de çok güzel…”

Aşk böyle bir şey işte… Bence geçici olan… Önce iki göğsünle göbek deliğin arasındaki üçgende kelebekler uçuşturan… Aklını başından alan… Hiç yapmayacağın şeyleri yaptıran…

O kelebekler neler yaptırır insana… Normalde geceleri yaşayıp gündüzleri uyuyan adam, kendi elleriyle kek yapıyor sabahın köründe… Büyük bir hevesle… Heyecanla…

Onu düşünmekten aklını işe veremeyip parmağını kesiyor… Benzerini yaşamayan var mı?

Örnekler, hayattan… Hepimizin yaşadıklarından… Ada’nın Alper’in yemek teklifini kabul edip sokağa çıkınca en yakın arkadaşını arama isteği… Umurunda değilmiş gibi davranırken, ne giyeceğine karar veremeyişi…

Oynarsın… Umurunda değilmiş gibi yaparsın… Ama elin ayağın birbirine dolaşır… Ne yapacağını bilemezsin…

İlk kez plak dinlerken, Alper’in müziği anlatışını hayran bakışlarla, erimiş bir yüz ifadesiyle dinleyişi…

Kendin de fark edemezsin durumu hemen… Onu izlerken, dinlerken nasıl kendinden geçtiğini anladığın anda, patladığının resmidir…

İlk öpüştüklerindeki Ada’nın tepkisi… Kendi bile inanmadan söylenen “Gitmek istiyorum”lar… Karşılıklı “lütfen”leşmeler…

Kendinle mücadele başlar… Mantık gitmek ister… Aşk durdurur… Aşka söz geçiremezsin…

Müzik sesinin çıkışı inişi… Ada’nın yüz ifadesi… Dilinin damağının bir anda kuruması… O anki iniş – çıkışı en güzel anlatma yöntemi…

O ilk sahne sonrasında, yanımdaki arkadaşımın yorumu ile şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum… “Yazık kıza…”

“Kime yazık?” diye geçirirken içimden… Diğer yanımdaki arkadaşımın yorumu patlıyor… “Her erkek en az bir kere yaşamıştır bunu…”

Ertesi sabah arkadaşla edilen kahvaltı… Aramaya karşı açmama tripleri… “Âşık mı oldun?” sorusuna anında savunma mekanizması ile cevap…

Kendine inanamazsın… Mücadeleye devam edersin… İtiraf etmek acı ve zor gelir…

Evin önünde arabadaki “sadece uyuruz” konuşması… Büyük yalan… Çok tanıdık…

Artık olmuşsundur… İçin içine sığmaz… Paylaşmak istersin dostlarınla… Kendine bile itiraf edemediğin “sen âşık olmuşsun” yüzüne vurlur…

Zaman geçer… Bir şeyleri tüketirsin… Bitmeden hemen önce o üçgenin tam ortasındaki noktada o kelebekler sıkışır… Vücudunu ateşler basar… Sonra o ömrü kısa kelebekler ölür…

Aşkla alışkanlığın kavgası başlar… Aşk alışkanlığa dönüşmemişse, aşk kaybeder… Alışkanlık, dünyanın en kuvvetli duygusu… Hani bazen denir ya… “Seninki sadece alışkanlık…” Olsun… Asıl öyle olsun ya zaten…

Biter… Beklemediğin anda… Ya da kendini göstere göstere…

Alper alışkanlığından vazgeçemedi… Günü yaşayan, geleceği düşünmeyen insan modeli…

“Ne böyle senle, ne de sensiz, yazık yaşanmıyor çaresiz… Ne bir arada, ne de ayrı, olmak imkansız hiç sebepsiz…” Gelgitler içinde yaşıyoruz işte… Hepimiz… Her ilişkide…

Ada da durumunu tarif etti Alper’e… Tokat gibi… “Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama, sen; öldüğünün farkında değilsin…”

“Yalnızım ben… Çok yalnızım… Buymuş benim alın yazım… İster uzak, ister yakın… Anılar beni rahat bırakın…”

Yalnızlığı sen mi seçersin? Yoksa şartlar mı yalnız yapar seni? O kadar alışırsın ki yalnızlığa ve yalnız kalacağına olan inancına, bulsan bile doğru insanı, yalnızlığı seçersin…

Anılar rahat bırakmadı… Bırakmaz zaten… Yüreğinden ve beyninden atamazsın…

“Ağır aksak siler hayat, yüzümdeki, tenimdeki izlerini… En zor da aklı evvel yüreğime anlatırım, canımdan saydığımın, içimi eze eze el olup sessiz gidişini…”

Hep yarım kalan, aslında bilerek ve isteyerek yarım bırakılan bir şeyler olur… Havuçlu tarçınlı kek gibi…

Erkek zaten bitiremiyor… Pişman oluyor… Anlık kararlar, anlık fevri davranışlar… Hatasını anladığında çok geç oluyor… “Sevilirken bilmedin mi?” diyor ya şarkı da… Karda uyumak tatlı gelmiyor artık, öldüğünü anladığında…

Onsuz yaşamaya devam ediyor aşkını… “zaman zaman gidiyorum o sokağa…” Her zaman oradasın… Her gün… Yalan söyleme…

Ama kadın… Kadın bitirirse, bitiriyor… Kaçıyor… Telefonları değiştiriyor… Bambaşka hayat kuruyor kendine… Uzaklaşıyor ona dair her şeyden… Ayrılık sonrası ilk karşılaşmadaki bir detayla resmedilen… Uzun saçlar kısalıvermiş…

Bir yandan da anıların üzerine üzerine gidiyor… Kendi içinde yaşamak için… Anne ziyaret ediliyor… Resimlere bakılıyor…

Yıllar sonra karşılaşılıyor… Bundan kaçış olmuyor bu küçük dünyada… O zamana kadar kaçılıyor… Yalandan kaçışlar… Birbirinden…

O gün gelene kadar… “Kokuna benzer kokular, sesine bezer sesler” duyuyorsun… “Başka bir yaşamda, başka bir mutluluk” yaşamaya çalışıyorsun… Olmuyor…

“Başkalarının çocuklarını, bedenlerini ödünç alacaksın, geri vermek üzere…” Ödünç yaşamlarla yaşıyorsun… Buna yaşamak denirse…

Aklın kalıyor onda… “Yeni”ye ihanet ederek yaşıyorsun… “Gözlerimi kapattığımda kollarımda başka biri değil, sen varsın, ve sen bunu bilmiyorsun…”

Kimse bilmiyor… O sarıldığın da… Hayal ettiğin de… Ne gerek var buna? Hiç ayrılma… Ona sarıl… Yıllar sonra karşılaşınca bunu yaşama…

“Bir an gelip de küllenince, yüreklerimiz dinlenince, başka sevgilerde teselli bulunca… Etrafımızı sarıverecek, bir boşluk ki asla bitmeyecek, her şey bir anda anlamsız gelecek…”

Herkes bu filmi bekliyormuş… Eski sevgililerini anmak… Pişmanlığını haykırmak… Geçmişe olan özlemini dile getirmek için…

Artık sevginin kıymetini bilecek mi insanlar? Sahip çıkacak mıyız artık bundan sonraki bulduğumuz aşka?

Sevilirken bilecek miyiz artık? Kıymetini bilip tadını çıkaracak mıyız? Kaybetmemek için çaba sarf edecek miyiz?

Yoksa ona sarılırken aklımızda geçmişteki aşkımız mı olacak? Bitmemiş… Bitememiş… Belki de hiç bitemeyecek…

“Sen oradaydın, ve bir gün benimle tanışacağını bilmiyordun…” Yoksa henüz tanışmadığımız kişiyi bekleyip, onu bulunca ona sahip mi çıkacağız?

Ya da bu filmle mi anladınız aslında bitmediğini sandığınız, biteceğine inanmadığınız insanların aslında bittiğini? Filmden çıkınca koşa koşa gidip onu bulup sarılmak değil de, “başka”sı mı geçti aklınızdan?

Aşk öylece hazırolda durup ne seni ne beni beklemez ki… Bekletmemek lazım… Ertelememek lazım… Gurur yapmamak lazım… Yıllar sonra tokat gibi çarpılmamak için…

NUR ERDEM ÖZEREN
23.11.2008