Belki de yüzüncüye dinliyorum bu şarkıyı… İki gündür… O kadar çok şeyi sorgulattı ki bu iki cümle… Bu iki soru bana…
Son iki – üç saattir de ev arkadaşım İsa ile konuşuyoruz… Sorguladıklarım üzerine… Onun da sorguladıkları ile birleştirerek…
Bu hızlandırılmış, sıkıştırılmış hayatlar bizi bu hale getiren… Kendimize, sadece bize, sadece sevdiklerimize ayırdığımız her dakikayı her geçen yıl azalttığımız… Yalın olarak hiçbir şeyi yaşayamadığımız…
Yemek yemek için bile hızlı bitsin diye dürümü – yarımı seçtiğimiz, para kazanmak denen şey uğruna günümüzü gecemize kattığımız, bir daha geri gelmeyecek olan yıllarımızı harcadığımız…
40’ından sonra rahat olmak için yıllarca çırpınıp, 40’ına geldiğinde 20 yaşına geri dönmek için elimizdeki her şeyi vermeyi hazır hale geldiğimiz…
Kendi ellerimizle her şeyi kirlettiğimiz, göz göre göre her şeyi yok ettiğimiz, elimizdeki tüm değerleri, tüm güzellikleri kaybedene kadar çaba sarf edip, kaybedince kıymetini anladığımız…
İlişkilerin kısır bir döngü haline gelmesini sağlıyoruz… Sonra da kurtarmak için çaba sarf ediyoruz…
Dünyanın en değerli varlığı olduğunu düşündüğümüz insan hayatımızdayken, zekasıyla, iyiliğiyle, güzelliğiyle, her şeyiyle herkesin imrenerek baktığı insanken hayatımızda olan, dünyanın en salak sarışını, esmeri, kumralı, en basit kadını çekici gelebiliyor… Bir anlık heyecan için heba edebiliyoruz yaşananları, kendi ellerimizle mahvedebiliyoruz her şeyi…
Ya da öyle alıveriyor ki bu hızlandırılmış hayat bizi içine, “onun için” bir şeyler yapmayı, onu mutlu etmek için çaba sarf etmeyi, onunla huzurlu, mutlu vakit geçirmeyi unutuyoruz, erteliyoruz, buna zaman ayıramıyoruz…
Onu mutlu etmenin verdiği mutluluğu unutuyoruz… Sadece ona ayırdığımız vakitleri yok ediyoruz… Hızlandırılmış hayatımız uğruna…
Yakın arkadaşlarımızla, ailemizle, onunla görüşeceğimiz zamanları sıkıştırıp, takvimimize bir toplantı zamanı gibi işliyoruz… Başka türlü vakit ayıramadığımızdan…
Tüketiyoruz her şeyi… Sonra da kaybedince soruyoruz… “Bu ayrılık bize ne sağladı? Ne faydası vardı?” diye…
Başka kimseyi yerine koyamıyoruz… Birinin gelip masamızın başköşesinde duran fotoğrafını indirtecek duyguları yaşatmasını bekliyoruz… Herkesi onunla kıyaslayarak… Herkesin bir şeyleri ondan daha kötü oluyor ya, anında siliveriyoruz…
Zaman geçiyor… Kötüler unutuluyor… İyi şeyleri hatırlamaya başlıyoruz… Tekrar… Rutine bağladığımız eski ilişkimizi hatırlayıp sanki yeniden başlasa o mutlu günlere dönecekmişiz gibi kendimizi kandırıyoruz… Üç gün sonra eski kavgalara döneceğimizi bile bile…
Birlikte büyümekten kaynaklanan zaman yanlışını tekrar görüyoruz… Bizim neslin ortak derdi olan, erken yaşta başlayan, yarı evlilik tarzı ilişkileri… Küçükken başlayıp, birlikte büyünen… Karakterler oturturken yaşanan… Sonra büyüyünce biten… Bu yüzden de yerine konamayan…
Karşı konamaz bir süreç bu… Bizim seçme hakkımızın çok da olmadığı… Engel olamadığımız… Karşı koyamadığımız… Seçme şansı bırakmayan…
Zamanla bitiyor işte… Siz ne yaparsanız yapın, kurtaramıyorsunuz… Kirletip yok ettiğiniz ilişki rutine bağlanıyor önce… “N’aber – N’apıyorsun? – İyi ben de işte…” ile biten gereksiz, heyecansız, ruhsuz konuşmalar sonu bağırıyor bir gün gelip…
Kendini suçlamak nafile… Herkes suçlu… Ayrılsan da bir şey değişmiyor… Çözemiyorsun bu ayrılık bize ne sağladı, ne anlamı vardı… Devam etsen de mutlu olamıyorsun… Engel olamıyorsun sürecin bu sonuna…
NUR ERDEM ÖZEREN
11.03.2009