Az önce “yine” “Babam ve Oğlum”u izledim… “4. kez”… “Yine” ağladım… 444. kez de seyretsem, eminim her seferinde “yine” ağlarım… Kendimi ekranın içine, oradaki hikayenin bir parçası olarak yerleştirdiğim için…
İzlemeyenler bu yazıyı okumasın… Ya anlamayabilirler… Ya onlara hiç bir şey ifade etmeyebilir… Ya da filmle ilgili bazı şeyleri öğrendikleri için rahatsız olabilirler…
Neden “neredeyse” “her baba” böyledir? Neden içini dökemez? “Şımartacağını” mı düşünür oğlunu? Ondan mıdır sevgisini belli etmeyişi? İçi içine sığmasa da, nedendir belli etmeyişi? Belli etmemek için “çırpınışı”? Hep katı görünmek zorunda mıdır?
Peki bundan şikayetçi olan “oğul”lar, neden “baba” olunca “aynı şeyi” yaparlar? Aynı “oğul” değil midir “baba”sının sevgisini “alamadan”, sadece “bilerek” yaşamış olan çıcukluğunu, gençliğini? Ya da neden kendileri de sevgilerini belli etmezler “baba”larına? “Örnek almak”, “model almak” böyle bir şey midir?
Neden bu diyalog sadece “baba” ve “oğul” arasında böyledir de, “anne” veya “kız”ın aile içindeki diğer kişilerle ilişkileri böyle değildir?
Anneler “hep” “arabulucu” olmak zorunda mıdır “baba”larla “oğul”ları arasında? “Arada” kalıp, sıkışıp, bazen içine, bazen dışına akıttığı gözyaşları ile engel olamazlar bu “husumet”e… Hem “baba”nın acısını çekerler, hem “oğul”un… Ayrı ayrı… Biri “canının parçası”dır, biri “hayat arkadaşı”…
Her şeyin değeri kaybedince mi anlaşılmalıdır? Kaybedeceğini anlayınca mı dökülmelidir içindeki duygular? O anda bile, “anladın sen beni” deyip, içinde kopan “fırtına”lar sadece bir “esinti” gibi mi dışa vurulmalıdır?
“Babam ve Oğlum” çok şey anlattı Türk İnsanı’na… Anlatmak istedi… Anlayana… Anlamak isteyene… “Umarım” anlatabilmiştir…
Abzürt komedi filmlerini seyretmek yerine, “herkes” seyretmeli bu filmi… Bütün “baba”lar ve “oğul”lar, “kendilerini” görmeli o filmde… Olmaması gerekeni… Yapılmaması gerekeni… Gereksiz inatların sonuçlarını… Gurur yapmanın, kendi fikrini baskıyla kabul ettirmek istemenin ileride doğurabileceği pişmanlıkları… Her iki taraf için de…
Bir de “Türkiye dışı” da görmeliydi bu filmi… Her film festivali, her ödül töreni… Hepsinde bir yer vardı bu filme… Sadece Çetin Tekindor’un “oğlunun” cenazesi evine getirilirken arabadan inip oynadığı sahneyi bile görseler yeterdi… O bile yeterdi “OSCAR”ı almaya…
Herkes o kadar güzel seçilmiş karakterler ki… Kimse “oynamamış”… Herkes “yaşamış”… Küçücük Deniz bile… Aslında Ege…
Ve Çağan Irmak çok güzel yansıtmış “o zamanı”… Her detayıyla… Deniz’in filmin başında uyurken ayaklarının duruşu, saçlarının aralarının terleyişi gibi küçük detaylar bile o kadar güzel yansıtılmış ki…
Bir de “çaktırmadan” verilen mesajları var filmin… Çağan Irmak filmin içine gizlemiş, “İhtilallerin Getirdikleri”nden bazı sonuçları… Aslında çaktırıyor, bağırıyor, ama anlayana…
Aslında her filmden alınacak o kadar çok ders var ki… Almak isteyene… Bu filmde de bir sürü ders vardı… Kimi açık, kimi kapalı…
Final sahnesinde küçük Deniz çok güzel bir “hayat analizi” yaptı “Babam ve Oğlum”da… “İnsan büyüdükçe hayalleri küçülür”…
NUR ERDEM ÖZEREN
25.03.2007